22 Şubat 2010 Pazartesi

drejan aşiretinden türkülere söz olmuş aşk hikayesi

ALİ İLE YILDIZ VEYA YAYLA ÇİÇEKLERİ

Yaylalar. İnsanların yazın sıcağında bunaldıkları anda sığındıkları veya otlar sararmaya başlayınca hayvanlar için yeni otlaklar bulmak için çıkılan yaylalar… Yaylalar göründüğü gibi ıssız değildir. Kulak verseniz toprağının sesine neler neler anlatırlar. Üzerinde yaşanmış bir çok yarım kalmış hatıranın bırakmış olduğu izler görürsünüz. Yaylalarda insanlar tarihin derinliklerinden gelen geleneğiyle şehirden bağımsız kendi sürecini yaşamıştır.

1974 yılındayız. Ve yine yaylaya çıkma vakti gelmiştir. Yolculuk başlayacak. Sağa sola koşuşturmalar, heyecan, coşku, sevinç yüreklerde… Sıcaklar bastırmış, hayvanlar bunalmaya başlamıştır. Arguvan’a bağlı Horumhan köyündeki insanlar için her yıl yaşanan gelenek yine gerçekleşmek üzeredir. Bu köy diğer köylerden farklıdır; çünkü burası Drejan aşiretinin ağasının yaşadığı yerdir. Hasan Ağa son sözü söylemesini, problemlerden karlı çıkmasını bilen ve yönetimiyle Drejan aşiretini komşu aşiretlerden ayrıcalıklı konuma getirmeyi başarmıştır. Hasan Ağa atalarının asıl yeri olan Hekimhan Yamadağı’ndaki yaylaları göreceği için heyecanlıdır. Dağ koşullarının ağır olmasından dolayı sürekli burada kalmak cazip gelmiyordu. Onlar için dağ bir nefesti. Gitmeseler boğulacaklardı.
Verimli tarlaları olmasına rağmen aşiretin temel geçim kaynağı hayvancılıktır. Otlaklar kuruduğu için yaylalara gitmekten başka çare yoktur.
Koyunlar iki gün önce gönderilmişti. Kuzularla ağır ağır yolculuklarına devam ederken, geride kalanlar yüklerini katırlara bağlamış yolculuğa hazır hale gelmişlerdi. Hasan Ağa’nın hanımı Meryem kızı Yıldız’a seslendi:
- Ekmekleri sardın mı? Yıldız çeviklikle dönmüş;
- Evet, anne her şey tamam gibi görünüyor, dedi.
Yıldız’ın yüreği yüreğine sığmıyordu. Biraz ilerde amcası Ali Rıza’nın oğlu Ali yükleri katırlara bağlıyordu. Gözleri birbirini görmese de yüreklerinde birbirlerini seyrediyorlardı. Her ikisi içinde evlilik vakti gelmişti. Yıldız yiğit bir kız, Ali ise gençliğinin coşkusunu yaşayan delikanlı olmuştu. Onlar da artık kendileri için kuracakları yuvanın hayallerini kuruyorlardı. Geçen akşam Ali evlerinin köşesinde kendisini yakalamış, bu yaz isteteceğini söylemişti. Yıldız başını eğmiş, sessizce dinlemişti. Dudaklar kilitlenmiş, kelimeler susmuş, yürek dili konuşuyorlardı. Yıldız’ın varlığı kendi varlığının anlamını tamamlıyordu.
Güneş doğmadan yolculuk başlamıştı. Hasan Ağa atına binmiş, göç kervanının önünde, gururla yeni çıkışın onurunu taşıyordu. Hasan Ağa kardeşi Ali Rıza ile durumu konuşurken bir taraftan da etrafındakilere son direktifleri veriyordu. Gençler atlarını sürmeye başlamışlardı. Yolculuk 10 saat sürecekti.

İşte yemyeşil dağlar, renk renk çiçeklerle süslenmiş gelin gibi. Eriyen karlar, çağıldayan dereler… Her şey yeniden doğuşa, coşkuya şahitlik etmektedir. İnsanın basmaya kıyamadığı çimenler dizleri aşıyor, çocuklar keyifle çimenlerin üzerinde yuvarlanıyor. Çadırların kurulacağı Keşe Deresi göründü. Arkada sarp dağlar ve derin bir vadi. Karşıda Gavri Gale. Her zaman ki heybetiyle nöbetini devreden asker gibi duruyor.

Yıllardır gelindiği için çadırların kurulacağı yerler bellidir. Yalnız kışın biraz bozulduğu için düzeltilmesi gerekiyor. Siyah kıl çadırları açacaklar. Ön tarafı her zaman açık olacak şekilde altlarına direk verecekler. Kapısız, duvarsız gökyüzüyle engeli kaldıran çadırlar. Kadınlar çadır yerlerini düzeltirken, erkekler katırlardaki yükleri çözmeye çalışıyorlardı. Birkaç saat içinde çadırlar kurulmuştu. Dağın serin rüzgarı yüzleri yalıyordu. Çocuklar hemen karşı tepeden kenger, çiğdem ve ışkın toplamaya başlamışlardı bile.

Birkaç gün önce yola çıkan çobanlar sürüleri yayarak getiriyorlardı. Onlarda yorulmuş, kendilerini çimenlerin üzerine atıvermişlerdi.
Yaylaya gelişlerine en çok sevinenlerin başında Ali ile Yıldız geliyordu. Eksik olanı tamamlayacak, vuslatlarına ereceklerdi. Günler geçiyordu. Diğer obalar da yerleşenlerle dağ şenlenmişti. Kışın sert rüzgarların, karların savrulduğu dağlarda bunarlın yerini insan bağrışmaları, kuzu melemeleri, köpek havlamaları ve at kişnemeleri almıştı.
Ali Yıldız’ı çeşmeye giderken gördü. Kendisi de soğuk suyun aktığı çeşmeye kimseye fark ettirmeden arkadan dolandı. Yıldız Ali’yi görünce yüreği göğsünden fırlayacakmış gibi oldu. Derken heyecanın yerini sükunet aldı. Yayla günlerinden, geçmişten, gelecekten bahsettiler. Şu karşıda görünen çadırların yanına kurulacak olan kendi çadırlarını, sürülerini ve çocuklarını konuştular. Yıldız komşuları Hane’nin geldiğini görünce aceleyle suyu alıp çadırlara doğru yola çıktı.
Ali konuşması, zekası ve olgunluğuyla aşirette otoritesini kurmaya başlamış, her kes tarafından takdir görüyordu. Artık O’nu ağalığın tek varisi olarak görmeye başlamışlardı. Her umudun önüne dikilen engeller gibi O’nun bu yükselişini hazmedemeyenler de vardı. Diğer amcaları ve onların çocukları bu durumu tedirginlikle izliyorlardı. Yıldız da Ali’nin bu durumundan dolayı bir taraftan gurur duyarken, bir taraftan da tedirgin oluyordu.

Onların ortak yıldızları vardı. Dağda insanı geceleri en yakın dostları yıldızlar oluyordu. İnsana onları avuçlayacakmış gibi görünürler. Dokunacak kadar yakın dururlar. Sarp dağların arasında insana yol arkadaşı olurlar. Ali için Yıldız da böyleydi. Geceleri ortak yıldızlarına bakıp haberleşiyorlardı. Yürekleri göğün sonsuz görünen derinliklerinde buluşuyordu. Her şey onları acıtıyor, dünya dar geliyor, yıldızlar onlara gecenin karanlığında umut oluyordu.

Bir gün kadınlar kendi aralarında heyecanla fısıldaşarak bir şeyler konuşuyorlar, hararetle tartışıyorlardı. Hasan Ağa’nın kardeşi Ali Rıza’nın oğlu Ahmet istetmişti. Ahmet Ali’nin (baba bir) üvey kardeşiydi. Birden dağ havası değişmişti. Çünkü dağ insanı en iyi anlayandır. O’na göre rüzgar estirir, yağmur yağdırır. Korunmak isteyeni korur, kucaklar vermez kimseye, ihanet etmez. İnsanı halinin tercümanıdır. Bir çok soru işaretleri endişeler vardı. Ali’nin Yıldız’ı isteyeceğini bilenler bunun O’nun ağalığını engellemek isteyenlerin işi olduğunu düşünüyorlardı. Yıldız için artık ayın karanlığı yırtan aydınlığına benzer düşünceler yok olmaya başlamıştı. Derin karanlığın içinde kendine bir çıkış yolu arıyordu. Kendisi duruma itiraz etmeye hakkı yoktu. Büyükleri ne düşünürlerse o olacaktı. Babası kendisini isteyenlere kesin bir söz vermemiş, yalnız açık kapı bırakarak mühlet istemişti. Ancak babasının vermeye gönlü de vardı. Bu durum Yıldız ile Ali’yi çok tedirgin etmişti.
Yıldız gece çöktüğünde çadırdan gizlice çıkmış, dağa doğru yürümeye başlamıştı. Ali zaten O’nu bekliyordu. Beraber çadırları kuş bakışı görecekleri yerde oturmuş, sessizce uzun süre beklediler. Ali derin bir ah çekerek:
- Nedir bu olanlar ey yar, dedi.
Yıldız dizlerini karnına doğru iyice çekerek:
- Günler bize pusu kuruyor, dedi, kısık sesiyle.
Kırılmıştı yıllardır büyüttüğü, beslediği yeşerttiği sevdasına göz koyuyorlardı. Bir çocuğun oyuncağını isteyenlere vermek istememesi gibi sıkı sıkıya Ali’nin ellerini tuttu. İlk defa tutuyorlardı birbirlerinin elini. Gözleri yaşarmış gök puslu görünmez olmuştu. Bir taraftan uzaklardan gece koyun otlatan çobanların sesleri, bir taraftan da kurt ulumaları geliyordu. Aya yani umuda karşı uluyorlardı, kurtlar. Yuvayı yıkmak için gecenin en koyu zamanını bekliyorlar bir taraftan da meydan okuyorlardı. Kötü ne de cesaretliymiş.
Ali kendini topladı.
- Bekle, biz günlerin onların istediği gibi gitmesine izin verecek değiliz, dedi.
Yıldız:
- Günlerin getirdiği belki de gerçek, bizlerde bu gerçek önünde bahar sularının seline kapılanlar gibi gideceğiz.
- Hayır, hayır, hayır dedi Ali. Günlerin getireceği bizim yüreğimizde saklıdır. Biz bunu kimseye vermeyeceğiz, dedi.
Yıldız’ın elini öptü. Yıldız usulca kalktı, elini çekti. Gözlerine baktı Ali’nin yüreğinin aydınlığında gezindi. Başını çadırlara doğru çevirdi. Kendileri için hayın plan kuranların umduklarının boşa gitmesi için Allah’a dua etti. Ama orada koyu bir karanlık vardı. Ve O’nu kendine çekiyordu.
- Ben gidiyorum, dedi Yıldız. Ama senin dışında hiç kimsenin olmayacağım. Kimse beni senin yüreğinden başka bir adrese gönderemeyecek. Ben seninim, senin olacağım, diyerek kararlı adımlarla uzaklaştı.

Ali düşünceleriyle baş başa kaldı. Savaşacaktı, sevdası için maliyeti ne olursa olsun. Yıldız’ı isteyen Ahmet’le konuşacaktı. Ertesi gün koyunları suya indirmiş olan Ahmet’i tenhada yakaladı. Ahmet Ali’yi görünce korku içinde O’nun konuşmasını bekledi.
- Yıldız’ ı istetmişsin , dedi Ali. Ahmet kendini ezdirmemek için cesaretini toplayarak:
- Evet bunda alınganlık edecek ne var? İster verirler, ister vermezler, deyince Ali:
- Benim O’nu istediğimi biliyorsun, O’nun da beni, dedi tok sesle.
Ahmet bir şey demeden koyunları toplayıp gitmeye kalkıştı. Ali:
- Ben sevdamın arkasındayım,her şey pahasına, diyerek arkasından bağırdı.

Hasan Ağa dengeleri gözeterek hemen karar vermiyordu. Aşiret içindeki dengeleri gözetmek zorundaydı. Her iki taraf da akrabalarıydı. Ali’nin durumu ortadaydı. O’nun aşiret içindeki ağırlığını da gözetiyordu. Kendi içinden Ali’yi istemiyordu. Çünkü ağalığı kendi oğullarından birisinin devam ettirmesini istiyordu. Eğer Hasan Ağa Yıldız’ı Ali’ye verirse ağalık şansı artacaktı. Olayları biraz durultmak istedi. Kesin bir söz söylemekten kaçınıyordu.

Ali iddiasından vazgeçmedi. Bu belirsizlik sürdükçe kendisi daha çok bunalıyor, çözüm yolları arıyordu. Ahmet’le en son ki konuşmalarından sonra arasını düzeltmek istedi. O’nu ikna ederek isteğinden vazgeçirmeyi umuyordu. Ancak o da inadından vazgeçmeyince varlığını ortadan kaldırmak için kaza süsü vereceği bir plan yaptı. Ali bir gün Divriği’nden koyun getireceğini söyleyerek O’nunla gitmeyi teklif etti. Ahmet her ne kadar tedirgin olsa da gitmenin daha iyi olacağını düşünerek kabul etti. Ancak ailesi gitmesini engeller diye haber vermedi. Ve gece yola çıktılar. Çünkü sabah Divriği’nde olmaları gerekiyordu. Yol üzerinde sarp kayalıkların olduğu bir mevkiye gelince Ali biraz dinlenmeyi teklif etti.

Ahmet içindeki bin bir korku ve endişe içinde beklerken tereddütlerini yenmeye çalışıyordu. Ahmet’in bir boşluk anından faydalanarak Ali O’nu sarp kayalıklardan aşağı attı. Kayalıklar o kadar sarp ve çetindi ki öldüğüne kanaat getirdi. Tıpkı hayat gibi keskin, uçurum ve sarp olan kayalıklardan medet ummuştu Ali. Uğrunda her şeyi göze aldığı sevgilisi için bir yok edişi bile seçebiliyordu.

Ali öfkesinden soluyarak son kez kayalara baktı. Karanlıkta artık hiçbir şey görünmüyordu. Obaya bir gün sonra koyunları alarak döndü. Tabii oba Ahmet’in kayboluş haberiyle çalkalanıyordu. Zaten her an bir şeyler bekleyen insanlar durumu anlamaya çalışıyorlardı. Kendisi ilk defa duyuyor gibi tepki de bulundu. Ahmet kayalıklardan fırlatılınca takdir-i ilahi kayalıklarda yuvarlanmış, ağır yaralanmasına rağmen ölmemişti. Ertesi gün sonra oradan geçmekte olan çoban tarafından fark edilmişti. Çobanlar hemen kendisini Keşe deresindeki obaya kendisini getirdiler. Ailesi hemen O’nu Malatya’ya götürdü. İki aylık tedaviden sonra kendine geldi Ahmet. Ancak durumu ailesi dışında kimseye doğru bir şekilde söylemedi. Başkalarına kayalıktan ayağının kayarak düştüğünü söylemişti. İnsanlar her ne kadar inanmasalar da, çok fazla da üstüne gitmediler.

Hasan Ağa hemen yakın çevresini topladı. Olayı kapatmaya ve hiçbir şey olmamış gibi davranmaya karar verdiler. Ali için her şey değişmiş, başarısız teşebbüsten sonra O’na kızgınlık ve isyan artmıştı. Herkes O’na farklı gözle bakıyordu. Günlük normal işlerine devam etmeye çalışıyordu. Ama artık değişmeyen gerçek vardı: Düşman kazanmıştı.

Hasan Ağa’nın Ali’nin son manevrasından sonra kızını O’na vermesi aşiretteki iç dengeleri daha çok bozacaktı. Ali Rıza Ağa’yı çağırarak kızını vermeye razı olduğunu belirtti. Obada buruk bir sevinç yaşanıyordu. Hemen Ahmet’in ailesi nişan hazırlıklarına girişti. Ali için her şey artık bir hiçti. Aşkına ulaşabilmek için yaptığı şeyden dolayı artık kimsenin yüzüne bakamaz olmuştu. Yıldız’ını da artık göremiyordu. Yıldızsız geceler nasıl karanlıksa, Yıldız’ın yokluğa O’nu ıssızlığa, sessizliğe götürüyordu. Son durumlardan dolayı Yıldız hiçbir yere çıkamıyordu. Devamlı gözetim altındaydı.

Yıldız’ın gözleri artık sadece toprağı görüyordu. Bu dünyada, buluşmak, kavuşmak artık O’na imkansız geliyordu. Başı önde kolları kırık, gücünü, iradesini elinden almışlardı. Nişan günü gelip çatmıştı. Coşku ile hüznün, sevinç ile gözyaşının, harmanlandığı yaylada kınalar yakıldı. Bu Yıldız’a bir sevdanın öldürülmesinin ardından eline sürülen kan gibi göründü. Ali o gece obadan ayrılmış koyunların başında tek dostu ıssız dağlara sığınmıştı. Gözlerini göğe çeviriyor; Allah’ta bir işaret, bir iz, bir çözüm vermesini diliyordu. Yer suskundu, gök suskundu, yıldızlar suskundu. Geceler O’nun sığınağı, dağlar dostu olmuştu.

Ahmet Yıldız’ı artık alacak olmanın verdiği güvenle Ali’ye karşı harekete geçti. İçi intikam hissiyle doluydu. Kırılan onurunu kurtarmak, gururunu rencide eden Ali’ye haddine bildirmek istiyordu. Ve bir gece adamlarıyla Ali’nin ağılını bastı. İki yüze yakın koyun boğazlandı o gece. Ertesi sabah Ali’ye durumu bildirdiklerinde durumu sessizlikle karşıladı. Çünkü Aşirette sessizlik büyük patlamaların, ani isyanların, biriktirilmiş öfkelerin boşalmasının alametiydi. Ölen koyunlara hiç üzülmedi. Yıldız uğrunda kesilmiş, kurban verilmiş koyunlardı.

Artık düğün hazırlıkları başlamıştı. Yaylada yapılacaktı düğün. Dönüşü olmayan yolun yolcuları olarak ayaklarını engelleseler bile yürüyeceklerdi. Ve kendilerini bekleyen kadere razı olacaklardı. “ Hiç kimsenin olmayacağım senin dışında” demişti Yıldız. Yıldız sönmüştü, kül olmuştu. Onda hayat yoktu artık. Gözleri Ali’sini arıyor bulamıyordu. Nereye baksa karanlık ve karanlıkta uluyan çakallar. Yüreğinde sakladığı sırrı kimseyle paylaşmıyordu. Düğüne iki gün kalmıştı. Akşam fırsatını bulup çadırdan çıkmış, Ali’nin koyunlarını dinlendirmek için seçtiği yamaca koştu. Ali O’nun gelişini fark etmedi bile. Gelir gelmez hışımla:
- Nereye gidiyoruz, dedi Yıldız. Beni bu yolda nasıl yalnız bırakırsın.
Ali birden bire Yıldız’ı karşısında görünce şaşırdı. Ali elindeki koyunları otlattığı sopayla göğü işaret ederek:
- Oradan geldik, -sopasını indirerek toprağı eşeledi ve- buraya döneceğiz dedi. Ve bize sonsuz huzurun kapıları açılacak kimse bizi bulamayacak, rahatsız etmeyecek.
Yıldız Ali’nin yanındaki mavzeri eline alarak :
- Ben gidiyorum ama ya sen benim canımı alacaksın yada ben kendimin.
Ali şaşkınlık içinde duraladı. Anlamaya çalıştı. Havsalası almıyordu. Yıldız’ın elini kavradı, elindeki mavzeri aldı, ellerini öptü, yanağına yasladı. Veda buluşmalarıydı, son buluşmadan önce. Yanından iterek:
- Git ey yar; sen benimsin, dedi.

Ertesi gün serin bir yayla havası vardı. Aşiret ağasının düğünü olduğu için mahşeri bir kalabalık vardı. Davulcu tokmağını sallıyor, zurnacı ciğerlerine dolan nefesiyle halay çeken erkeklerin neşesine ortak oluyordu. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar, ileri gelenler... Kazanlarda etli pilavlar kaynatılıyor. Misafirler en güzel şekilde ağırlanmaya çalışılıyordu. At yarışları yapılıyor, cirit oynanıyor, Drejan aşiretinin geleneksel oyunu Tura oynanıyordu. Gençler cesaretlerini, güçlerini göstermek için birbirleriyle yarış ediyorlardı. Gelin ertesi gün çıkarılacaktı.

Ali yine ortalıkta yoktu. Saatler yıl olmuş geçmek bilmiyordu. Beyni çatlayacak gibiydi, düşüncelerimin anaforunda. Mavzerinin soğuk demirini alnına dayamış bölgeye hakim olan tepede düğünü seyrediyordu. Mavzerine sarıldı. Sevgiliye sarılır gibi. Yarını bekliyordu. Yarın onlarındı.

Gelinin bineceği at hazırlanmıştı. Yıldız bekleniyordu. İnsanlar eğlencenin yorgunluğuyla uyanıyor, son merasim için hazırlıklara yardım ediyorlardı. Önce Yıldız’ın eşyası taşındı. Çeyizliği gelin gideceği çadıra götürülüyordu. Gelinin gideceği yer hemen komşu çadırlardan biriydi. Düğün sahibi Mahmut Ağa bir aksilik olmaması için çırpınıyordu. Gözler Ali’deydi. Ne yapacağını herkes merak ediyordu. Kimsenin eline silah almaması için tedbir alınmıştı. Ama Ali ve Yıldız’ı yeni başlangıçlar bekliyordu.

Gelinin bineceği atta huysuzlanmaya başlamıştı. Kadınlar Yıldız’ı çıkarmadan önce kardeşi gelenek olan kardeş yolluğunu bağladı. Annesi ve kardeşleriyle vedalaştı. Babasının elini öptü. Dualarla uğurlanıyordu. Yıldız’ın gelinliği süzülüyordu. Ay batmış güneş doğmuştu. Artık yolculuk vakti gelmişti. Yıldız örtünün altından Ali’yi görmeye çalışıyordu. İçinden “nerede kaldın Ali, niçin geciktin al beni, bul beni, yeter artık bu hasret” diyordu.

At yola çıkmıştı. Kalabalık yavaş yavaş yol açıyordu. Ali ne yapacağını şaşırmıştı. Cesaretini yitirmişti. Bir taraftan da sevgilisine verdiği söz aklına geliyordu. Tek mavzer amca oğlu Şefik’in elindeydi. Ali birden şefik’in elindeki mavzeri aldı, doğrulttu. Sevgilisinin kalbine nişan aldı. Tek kurşun attı. Kopan gürültüden ne olduğunu anlamaya çalışan insanlar Yıldız’ın at üzerinden süzülerek düşüşünü gördüler. Gözler, o güzel gözler sabitlenmiş, zaman durmuştu. Yıldız attan yere düştü. Gözleri son yolculuğunda eşlik edecek yol arkadaşını aradı. O da fazla gecikmeden göründü. Artık uzun yola çıkma vakti gelmişti. Varsın insanlar dünyayı, iktidarları, malı, mevkileri paylaşsınlar. Sonsuz vuslatın gerçekleşeceği günü beklemek O’na düşüyordu. Müdahale etmek artık çok geçti. Vurulduğu an ölmüştü. Kadınlar başına toplandı, feryatlar, figanlar…

Kimin yaptığı sorusunun cevabı gecikmemişti . Çevrelerine bakınırken karşı yamaçta Ali’nin çıktığın gördüler. Silahlı olan ağanın yakınları arkadan ateş ettiler. Omzundan yaralanan Ali fazla gidemedi. Yakaladılar. Büyük bir öfke seli birikmişti. Ali’nin ablası Meryem kardeşini kucağına aldı korumaya çalıştı, yalvardı, yakardı ama nafile . Bir canı, bir yüreği, bir sevdayı susturmak için insanlar seferber olmuşlardı. Ali’nin ağzına mendil tıkadılar. Taşlarla, sopalarla vurdular, vurdular... Sonunda son nefesini kestiler. Drejanın soluğunu, sesini kestiler.

Daha sonraları o anda taşlar, sopalar ile Ali’ye vuranlara hem kendilerine hem de çocuklarına canlarına ve mallarına büyük musibetler geldi. Drejan bu olaydan sonra bir daha kendine gelemedi. Kendi kendini yıkmıştı. Oyun aşiret kurallarına göre oynanmış ama hayat bu oyunu kabul etmemişti. Kızının ölümünden sonra Hasan Ağa kontrolü elinden kaçırdı. Herkes bu felaketleri onların bir aşkı söndürmelerine bağladılar.

Yaşarken kavuşmayanların ruhları kavuşmuş oldu. Drejan’ın yazlık köyü Dikili’nin yamacındaki mezarlar geceleri bir aydınlığın dolaştığını söylerler. Ali ile Yıldız’ın mezarından çıkan ışık huzmelerinin buluştuğu söylenir. Onlar için yakılan ağıtlar, türküler halen o aşk acısını dinleyenlerin ve seven insanların yüreğine kor bir alev gibi indirmektedir. Onlar dağların ıssız yamaçlarında beklemektedirler. Ve selam gönderiyor, sevdikleri için ölenlere…. Ve Leyla’ya ve Mecnun’a…

drejan aşireti tarihi

Dirêjan aşireti, Kürtlerin en eski aşiretlerinden birisidir.

Aşiretin adını Kürtçedeki "Yol alan" anlamına gelen "Di rê bûn"'dan, kimi rivayete göreyse Kürtçe'deki "Uzunlar" anlamına gelen "Dirêjan" kelimesinden aldığı söylenmektedir.

Geçmişi Zerdüşt Peygambere kadar uzanan Drejanlılar tarihte "Rodi" aşireti olarak anılmaktadırlar. Selahaddin Eyyubi ile aynı aşiretten olan Drejanlılar, Yavuz Selim'in Doğu Anadolu'daki hakimiyetinden sonra Fırat havzasına yerleşirler. Özellike Safevi tehlikesine karşı konuşlanan aşiretlerden birisi olarak Urfa, Diyarbakır, Adıyaman, Sivas, Malatya ve Haymana arasında yer değiştirirler.

Günümüzde Drejan aşireti'nin çoğunluğu, Malatya merkezi ile ilçeleri olan Yazıhan, Hekimhan, Pötürge ve Arguvan başta olmak üzere civar illerden Sivas, Elazığ ve Adıyaman'da yaşamaktadırlar.

Drejanlılar halen yarı göçebe olarak yaz aylarında Yama Dağları'na yaylaya çıkmaktadırlar.

Ehli Sünnet Vel Cemaat İtikadına tabi olan Drejanlılar, Şafii fıkhına tabi olan Güney Kürtlerinin aksine, Hanefi fıkhına tabidirler.

Yakın döneme kadar ağalık kurumunun görülmekte olduğu aşiretin bilinen son ağası Hasan Ağa'dır. Genel anlamda Dırejan aşiretindeki ağalık kurumu toprağa dayalı ağalık geleneğinden ayrılmaktadır. Boylar federasyonu olarak değerlendirilelebilecek olan Dirêjan aşiretinde ağalar, zenginliklerinden çok asalet ve cesaretleriyle öne çıkmışlardır. Çok yiğit ve cesur olan insanları haksızlıkları kabul etmiyen aşiret olarak çevre aşiretler tarafindan saygınlıkları vardır. Türkiye'nin en büyük aşiretlerinden biri olan ve 800 000 kadar nüfusa sahip olan Direjan 89 köy ve mezrada oluşmuştur.

Aşiretin, Malatya'nın ilçelerinden olan Yazıhan, Hekimhan ve Arguvan dolaylarındaki başlıca köyleri şunlardır.

A. ŞATIROĞULLARI KÖYLERİ
1. Horumhan 2. Dikili 3. Çimlik 4. Kale 5. Dikenli 6. Karaşatır (Boztepe) 7. Çoban Yusuf 8. Karslılar 9. Midamoğulları 10. Atmangöl 11. Akyazı 12. Kömüşhan 13. Hırın 14. Ordu Çayırı 15. Halencek

B. BİRMUK KÖYLERİ
1. Taş Oluk 2. Yeniköy 3. Durucasu 4. Ambarcık/Şavkı Çiftliği 5. Boyaca 6. Kaymak 7.Eski Malatya (Dirêjan Evleri)

C. ZEYNAN KÖYLER
1. Kurdu 2. Kutan 3. Harmandalı 4. Karapınar 5. Dereyurt

D. GÖVÜK KÖYLER (KUREŞLER)
1. Alıklar 2. Kuruçay 3. Sımolar 4. Yazıhan (Aşağı Mahalle) 5. Hamidiye 6. Pirinçli 7. Hakkolar (Boş) 8. Cehennem (Boş) 9. Boyaca

E. DİĞER KÖYLER
1. Sürür 2. Tomolar 3. Haraba (Mısır Dere-Alholar) 4. Sacayağı 5. Gürükbekir

Merhum Muhsin Şavata'nın Yaptığı Uzun çalışmalar sonucu yazdığı ve Drejan filminde anlatılan tarihçeye göre; "Drejan’lılar; Hazreti İsa’dan 3000 sene önce Güneydoğu Anadolu, İran, Azerbaycan, Suriye, Irak. Mezopotamya’dan Haddi, Küsi, Duri, Nehari, Kurti, Metani, Elan, Orarto, Eti ve Med Devletlerini Kuran Lohorto kavmindendirler. Hz. İsa’dan sonra 748 senesinde Ebu Müslim-i Horasanî tarafından Horasan’kaldırılarak 24 Aşiret göçebe koyuncu, çadırcı olarak batıya Kerkük – Erbil’e göç ettirilirler. Ebu Müslim bu Aşiretlerin kuvvetleri ile Emevi’leri o sene devirir Abbasioğullarını başa geçirir. 754 senesi Abbasilerin 2. Halifesi Cafer-i Mansur hile ile Ebu Müslimi evine davet edip öldürtür. Bu haksızlığa karşı 24 Aşiret boyu kendi Aşiretlerinden olan Ebu Müslim’in intikamını almak için Abbasilerin üzerine yürür, Abbasilerle 3 ay cenk’e tutuşurlar. Kendilerinden güçlü olan Abbasioğlulları karşısında gerileyip aynı yılın kış aylarında göç edip Halep, Urfa, Malatya taraflarına gelirler. 1164 senesine kadar bu yörelerde göçebe koyuncu, çadırcı olarak yaz ayları yüksek yaylalarda kış aylarında enginlere iner Fırat nehri kenarlarında Hama, Hamık, Maraş Altı obası gibi kışlaklarda kalırlar. 1164 senesinin sonbaharında Drejan Aşireti ile Canbegan, Celikhan, Delihan, Molikan, Galegan, Xareçulyan, Mamsoran, Birdosan, Narmikan, Sinan Aşiretleri Adana’da Veli Polat Ramazanoğullarının üzerine akın edip yaptıkları harplerle onları mağlup ederler. Adana’ya, Ceyhan’a tüm Çukurova’ya yerleşip çadırlarını kurup kalırlar. 1165 baharında Çukurova’nın çok sıcak olduğunu gören aşiretler Çukurovada duramayıp Konya, Kayseri, Kırşehir, Ankara, Haymana, Polatlı taraflarına göçerler. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim Müslümanlar arasında çıkan mezhep kavgaları sırasında İran’da Şah İsmail’in Osmanlı Devletinin içine Şii Mezhebini yaymak istemesi üzerine kendi halklarının arasında Hanefi, Şafi Mezheplerini yayar ve 1516 senesinde Hanefi olan bu 12 Aşiret Boyunu Ankara’dan, Kırşehir’den, Konya’dan kaldırıp Doğuda Şah İsmail’e ve Şii Mezhebine karşı koymak için; Malatya, Elaziz, Bingöl, Karaköse, Van’daki Lohorto Aşiretlerinin içine yerleştirir. 1516 senesinden beri Drejan Aşireti’nin 50 – 60 Köyü Malatya’da, 2 Köyü Sivas – Kangal’da bulunmaktadır. Drejan Aşireti’nin 7 – 8 Bin hanelik nüfusa sahip olduğu tahmin edilmektedir." Yaklaşık İki Yüz Bin Nufus İle Türkiyenin En Büyük Aşireti Olarak Bilinen Drejan Aşiret'inin Ülke Dışındada Birçok Vatandaşı Vardır.